Backgrounds From FreeGlitters.Com
 
GİDEMEDİM EFENDİME
EFENDİME GİDEMEDİM  
  ANA SAYFA
  DİNİ RESİMLERİ
  KURAN ÖĞRENİYORUMM
  KIL BENİ EY NAMAZ
  DİNİ HİKAYELER
  NAMAZ
  NAMAZDA OKUNAN DUALAR
  EDİTÖRDEN SEÇMELER
  EFENDİMİZİN ŞEMAİLİ ŞERİFİ
  KURAN-I KERİM DİNLE
  KABEDEN CANLI YAYIN
  PEYGAMBERLER TARİHİ
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İLETİŞİM
  ABDEST ALIYORUM
  ERKEK ÇOCUK İSİMLERİ
  NAMAZ NASIL KILINIR
  ÖZEL İLAHİLER
  ŞİİRLERR
  PEYGAMBER EFENDİMİZ
  NAMAZLA İLGİLİ SORU VE CEVAPLAR
  FARZET Kİ ÖLDÜN
  => AHİRET NEDİR?
  => CENNET VE CEHENNEM
  => ÖLÜM
  => KABİR
  => KIYAMET VE HAŞİR
  => SIRAT
  => CEHENNEM
  => CENNET
  RİYAZ'ÜS SALİHİN
  ALLAHIN CENNETTE MÜMİNLERE HAZIRLADIĞI NİMETLER
  AĞLATAN VE AĞLAYAN KARİLER
  MUHAMMED SIDDIK MİNŞEVİ DEN KUR'AN ZİYAFETİ
  ONLINE KUR'AN-I KERİM DİNLE
  Doç.dr.Nihat HATİPOĞLU HOCADAN SOHBETLER
  MULTİMEDYA
  Yeni sayfanın başlığı
  TEVAFUKLU KURAN
Bugün 6 ziyaretçi (16 klik) kişi burdaydı!
KIYAMET VE HAŞİR
KIYAMET VE HAŞİR
Hz. İsrafil’in Seslenişi
Sonra ruhun, sen de dahil bütün yaratıkların Allah’ın huzuruna zillet ve küçüklük içerisinde toplanması için bir dellalın seslenişiyle ansı­zın irkilecektir.
Bu sesin kulak ve aklın üzerinde nasıl bir etki yapaca­ğını düşün! En Yüce Sultana arzedilmeye çağırıldığını ak­lınla anlarsın. Bu ses­ten dolayı yüreğin yerinden fırlamış ve saçla­rın ağarmıştır. Çünkü bu bir tek çığlıktır ve celal ve ikram, azamet ve kibriya sahibi Al­lah’ın huzuruna toplan­maya çağırmaktadır. Sen bu sesten dolayı ürperti içindey­ken ansızın başucundan toprağın yarılışını duyarsın. Meza­rının toprağınla tepeden tırnağa tozlar içinde sıçrayıp ayakların üzerine kalkarsın. Gözlerin sesin geldiği tarafa dikilmiştir. Se­ninle birlikte bütün yaratıklar, içerisinde uzun süre bela ve imtihan gördükleri yerin toz ve toprağına bu­lanmış olarak öyle bir kalkışla kal­karlar ki!.. Sen ve onların hep birlikte korku ve dehşetle ayaklanışınızı bir düşün!
Mahşere Sevk
Mahlukatın kalabalığı içerisinde korku, üzüntü, gam ve kederinle yalnız başına çıp­laklık ve zilletini göz önüne getir! Herkes çıp­lak, yalınayak, suskun; zillet, meskenet, korku ve dehşet içindedir. Onların ayak seslerinden ve İsrafil’in çağrısı­nın yankısından başka bir şey duyamazsın. Senin de içinde bulunduğun mahlukat ona doğru yönelmiş ve sesin geldiği tarafa yürümektedirler. Heybet ve zillet içeri­sinde koşmak­tasın. Mahşer yerine vardığında, çıplak ve yalınayak cin ve insanlardan bütün ümmetler kalabalıklaşır.
Yeryüzü hükümdarlarından saltanatları çe­kilip alınmış, kendilerini zillet ve küçüklük bürümüştür. Dünyada Allah’ın kullarına karşı işledikleri zulüm ve zorbalıktan sonra artık yaradılış ve değer bakımından mahşer ehlinin en aşağılık ve en küçükleridir.
Sonra yaratıklardan ürküp yalnız başlarına yaşarlarken vahşi hayvanlar, tâbi tutuldukları bir imtihan veya işledik­leri bir günahtan dola­yı değil; sadece Kıyamet gününün verdiği zil­letten başları önlerine eğik olarak çöllerden ve dağların tepelerinden yönelip gelirler. Şiddet, cüret ve kud­retlerine rağmen yırtıcı hayvanla­rın bile o büyük günde, Kıyamet ve Allah’ın huzuruna arz anı için boyunlarını bük­müş ola­rak ve zillet içerisinde gelişlerini düşün! Niha­yet o vahşiler, yaratıkların arkasından gelip Cebbar ve gerçek Melik olan Allah’ın huzu­runda, zillet, meskenet ve inkisar içerisinde du­rurlar.
Şeytanlar da azgınlık, isyan ve inatlarından sonra Yüce Allah’ın huzuruna arzedilmenin zilletiyle boyun eğmiş ola­rak gelirler. Uzun bir imtihandan sonra, yaratılış ve tabiat­ları farklı farklı olduğu ve birbirlerinden ürküp kaçtıkları hâlde hepsini bir arada toplayan Al­lah’ın şanı ne yücedir! Yeniden diriliş hepsi­ne boyun eğdirmiş ve mahşere sevk, onları aynı yerde toplamıştır.
Göklerin Yarılması
İnsan, cin, şeytan, vahşi ve yırtıcı hay­vanlar, davar ve sığır gibi evcil hayvanlar ve haşereleriyle bütün yeryüzü ahalisinin sayısı tamamlanıp arz ve hesab durağında hepsi yerle­rini alınca, üstlerinden göğün yıldızları saçılır, güneş ve ayın ışığı giderilir, kandil ve nuru­nun sönmesiyle yeryüzü karanlığa bürünür.
Senin de içinde bulunduğun yaratıklar bu vaziyettey­ken, üstlerinden dünya seması çatır­damaya ve onca bü­yüklüğüyle tepelerinde dönmeye başlar. Sen de bu tehlikeli manzarayı gözlerinle izlersin. Sonra dünya seması beşyüz senelik kalınlığına rağmen yarılır. Onun parçalanışı senin kulağında ne korkunç bir ses yapar! Sonra Kıyamet günü­nün azamet ve deh­şetinden yırtılıp paramparça olur. Par­çalanıp yarılan gökleri kuşatan melekler, o göklerin etra­fında ayakta dururlar. Onca büyüklüğüyle göğün parçalanış dehşetini ne zannediyorsun? Rabbi, onu Kıyametin dehşe­tiyle eritip içine sarılık karışan eriyik gümüş hâline getirir. Tıpkı Celîl ve büyük olan Allah’ın buyurduğu gibi: “Gök yarılıp da, kızarmış yağ renginde gül gibi” olur (Rahman Sûresi: 37) veya: “O gün gökyüzü erimiş maden gibi olur. Dağlar da atılmış yüne döner.” (Mearic Sûresi: 8-9).
(Müfessirler derler ki: Âyette geçen “el-Mühl” içine sarılık karışmış eri­yik gümüştür. “el-Ihn” ise, atılmış renkli yündür. “Verdeten keddihan” ifadesi ise, kırmızı atın rengi demektir.)
Meleklerin İnişi
Dünya semasının melekleri o semanın ke­narlarında iken, birden bire Cenab-ı Hakk’a arz ve hesap için yeryü­zündeki mahşer yerine inerler. O melekler, muazzam bü­yüklükleri, Allah katındaki değerleri ve kendisine sunul­mak ve huzurunda hesaba çekilmek üzere ken­dilerini zillet ve meskenetle toplu hâlde indiren Yüce Sultan’ı takdis ile yük­selen sesleriyle gö­ğün iki tarafından yeryüzüne doğru hızla iner­ler. Muazzam kıymetleri, dev cisimleri, deh­şetli sesleri ve şiddetli korkularıyla, Aziz ve Celil olan Allah’a arzedilmenin zilletinden bo­yunları bükük bir biçimde bu­lutların arasından inişlerini bir tahayyül et!
Nitekim Yahya bin Ğaylan el-Eslemî bana demiştir ki: “Ruşdeyn bin Said’in, Ebü’s-Semh’ten, onun da Ebû Kabîl’den onun da Abdul­lah bin Amr bin el-Âs’tan naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Al­lah’ın bir me­leği vardır. İki göz pınarları ile göz kuyruğu arası yüz senelik yürüyüş mesafesi kadardır.” Yine Yahya bin Ğaylan el-Eslemî bana demiştir ki: “Ruşdeyn bin Said, İbn Abbas bin Meymun el-Lahmî, onun da Ebû Kabîl, onun da Abdullah bin Amr bin el-Âs’tan naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın bir meleği var­dır. İki kaşının arası yüz sene kadardır.”
İnen meleklerin kendileri için geldiklerini düşünen mahlukat onlara şöyle sorduklarında senin de korkun ne yaman olur: “Rabbimiz aranızda mı?” Melekler onların bu sorusundan ve Sultanlarını (Allah) aralarında bulunmaktan tenzih ederek ürperirler ve yeryüzü ahalisinin bu düşünce­lerinden Allah’ı tenzih için yüksek sesle şöyle nida ederler: “Haşa! Rabbimizi tenzih ederiz. O aramızda değildir. O gele­cektir.” Nihayet, o günün verdiği eziklikten dolayı baş­ları önlerine eğik bir vaziyette, mahlukatı kuşatarak saflar hâlinde yerlerini alır­lar. Onca azametli yaratılışları içerisinde ka­natlarına bürünmüş, Rablerine zillet, mahviyet ve saygı ile başlarını önlerine eğmiş vaziyet­teki hâllerini düşün! Sonra her şey aynı bi­çimde ve yedinci kat semaya varın­caya kadar bütün gök halkı sayılan ve büyüklükleri katla­narak iner. Her bir göğün ahalisi yaratıkların etrafında ayrı bir saf tutar.
 
Mahşerin Hararet ve Sıkıntısı
Nihayet bütün yedi gök ve yedi yer ahalisi mahşerdeki yerlerini tam olarak alınca güne­şe on yıllık hararet giydirilir ve yaratıkların tepelerine bir veya iki yay kadar yaklaştırılır. Rabbû’l-Alemînîn arşının gölgesinden başka hiç kimsenin gölgesi bulunmaz. Arşın gölge­sinde serinlenenler ve güne­şin hararetiyle kav­rulanlar vardır. Güneş, altındakileri hara­retiy­le kızdırır. Hararetten onların keder ve endişe­leri şid­detlenir. Sonra ümmetler dalgalanmaya ve itişip kakışmaya başlar. Birbirlerini sıkış­tırır ve ayakları gider gelir.
Susuzluktan boyunları kopacak gibi olur. Güneşin sı­caklığı, mahlukatın nefesleri ve izdihamın verdiği hararet birbirine eklenir. Bu­nun üzerine onlardan öyle bir ter akar ki, yeryü­züne yayılır. Sonra da amellerinin derecesine ve Allah katındaki saadet ve şekavet durumla­rına göre vücudlarını kaplar. Öyle ki ter, bazı­larının topuklarına, ba­zılarının göbeğine, bazı­larının kulak memelerine kadar yük­selir. Bazı­ları da neredeyse teri içerisinde kaybolacak hâle gelir. Ter kimisinin göbeğine kadar çıkar.
Umeyr bin Said der ki: “Ben İbn Amr ve Ebû Said el-Hudrî’nin yanında oturuyordum. Cuma günüydü. Birisi ötekine dedi ki: “Ben Resûlullah (s.a.v.)’i şöyle buyururken dinledim: ‘Kıya­met günü ter insanoğlunun neresine kadar va­rır?’ Orada bulunanlandan birisi: ‘Kulak me­melerine kadar’ bir diğeri: ‘Ağzına kadar’ de­di. İbn Ömer (r.a.): (Ku­lak memesinden ağıza doğru eliyle bir hat çizerek) ikisinin de eşit ol­duğunu görüyorum” dedi.
Hayseme, Abdullah’ın şöyle dediğini bil­dirdi: “Kıyamet günü yeryüzünün hepsi âdeta ateş kesilir. Ötesinde ise Cennet bulunur. İn­sanlar, onun hurilerini ve kadehlerini görürler. Abdullah’ın canı, kudretinin elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, kendisine hesap do­kunmadığı hâlde bir kişi o kadar ter döker ki, döktüğü ter kendi boyunca yeryü­züne yayılır. Sonra bu ter burnuna kadar yükselir.” Abdul­la­h’a sordular: “Bu neden ileri gelir ya Eba Ab-durrahman?” Abdullah: “İnsanların çektiği sı­kıntıyı görme­sinden” cevabını verdi.
İbn Ömer (r.a.)’den, Resûlullah (s.a.v.)’in şöy­le buyurduğu nakledildi: “Kişi (bir defa da ‘kâfir’ dedi) Kıyamet günü, duruşmanın uzun­luğundan dolayı kulaklarının ortasına kadar ter sızıntısının denizi içerisinde ayakta diki­lir.” Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’den naklen Ab­dullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “O günün uzunca bekleyişinden, Kıyamet günü ter, kâfiri ağzının hizasından gemleyecek de­recede kaplar (Ali, beklemenin uzamasından’ dedi.) Öyle ki, ‘Ya Rabbi! ateşe göndermek bi­le olsa beni rahatlat’ diye yalva­rır.”
Hiç şüphesiz sen de onlardan birisin. Kede­rinle başbaşa kalmış, ter kaplamış ve gam bürümüş, şiddetli ter, korku ve ürküntüden ne­fesin daralıp bunalmış bir hâlde kendini dü­şün! İnsanlar da seninle birlikte saadet veya mutsuzluk yurduna gönderecek hükmün veril­mesini bek­lerler.
Herkes Canının Derdine Düşer
Nihayet, senin ve diğer yaratıkların meşak­kati doruğa ulaşır. Konuşmadan ve işle­rine bakılmadan uzun uzun beklerler. Üç yüz sene hiç ko­nuşmadan, bir lokma yemek yemeden, bir yudum su iç­meden, yüzlerine bir tek hoş esinti ve serin meltem değme­den, bu bekleyiş ve ayakta dikilişten doğan çekilmez ve katla­nılmaz derecedeki yorgunluğu giderici bir an bile isti­rahat etmeden beklemelerini ne zan­nedersin?
Katade veya Ka’b’den rivayet edilmiştir ki: “O gün in­sanlar, âlemlerin Rabbinin huzu­runda duracaklar”           (el-Mutaffifîn Sûresi: 6) âyetini okudu ve şu açıklamayı yaptı: ‘Üç yüz sene kadar duracaklar.” Yine o, Hasan-ı Basrî’den şöyle duyduğunu söyledi: “Uzunluğu elli bin sene olan bir zaman, ayaklarının üze­rinde Azîz ve Celîl olan Allah’ın huzu­runda ayakta dikilen insanların hâlini ne zanneder­sin?! Onlar orada ne bir şey yemişler ve ne de bir şey içmişlerdir. Öyle ki susuzluktan boyunları incelmiş. Açlıktan içleri yan­mış. Bu onları ateşe sevk etmiş de sıcağı yaklaşmış ve esin­tisi şiddetlenmiş, yaklaşan kızgın bir pınardan sulanmışlar­dır.
Peygamberlere Müracaat
Onların meşakkat ve bitkinliği takat geti­remeyecekleri bir dereceye varınca, onlar, Mevlâ’nın yanında değerli olan ve kendilerine o hâl ve durumlarında rahat etmeleri için şefa­at edecek kimseleri aramak üzere birbirleriyle konuşur­lar. Bu durumdan kurtulup Cennete veya Cehenneme sevkedilmelerini isterler.
Önce Âdem ve Nuh’a, sonra İbrahim’e, İb­rahim’den sonra da Musa ve İsa’ya başvurup yardım isterler. Hepsi de onlara şöyle derler: “Rabbimiz bugün öyle bir gazaba gel­miştir ki, böylesine ne bugünden önce gazaplanmış, ne de bundan sonra bu kadar gazaplanır.” Hepsi de bu şekilde kudret ve celal sahibi Rablerinin gazabının şiddetini ifade eder ve kendi kendi­leriyle meşgul olduklarını şöyle dile getirirler: “Nefsî, nefsî! (kendi canım, kendi canım!)” Bizzat kendi canlarının derdiyle meşguliyet, kendi dertleri ve kur­tuluş kaygıları onları şe­faat için Rablerine başvurmaktan alıkoyar. Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyuruyor: “O gün herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır...” (Nahl Sûresi: 111) Yaratıklardan hiçbirini düşünmez.
Yaratıklar topluca çağrışırlarken, herbiri canının der­dine düşüp “Nefsî nefsî!” diye ba­ğırırken seslerini bir tahayyül et! “Nefsî, nef­sî” sözünden başka bir şey duyamaz­sın. O gün ne korkunç bir gündür! Sen de onlarla bir­likte sadece kendini düşündüğünü ve Rabbinin azab ve ceza­sından kurtulmaya çalıştığını haykırırsın.
Allah katındaki değerlerine ve yüksek ma­kamlarına rağ­men Âdem Safiyullah, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah ve Kelimetullah’tan herbirinin Rabbinin şiddetli gazabından korkarak: “Nefsî nefsî!” diye ses­lendiği bir günü ne zannedersin?! O günkü korkun, tela­şın, üzüntün ve endişenle kendini onlarla mukayese edebi­lirmisin?
Büyük Şefaat
Nihayet, mahlukat onların kendi canlarının derdine düştüğünü görerek şefaatlerinden ümit kesince Hz. Mu­hammed (s.a.v.)’e gelirler. Rableri nezdinde şefaat etmesini dilerler. O da kendilerine bu konuda müsbet cevap verir. Sonra Aziz ve Celil olan Rabbinin huzuruna çı­karak izin ister. Kendisine izin verilir. Sonra Rabbi için secdeye kapa­nır. Sonra O’na layık şekilde hamd ve senalar eder. Bütün bunlar se­nin ve tüm mahlukatın duyacağı şekilde cere­yan eder. Nihayet Rabbi, onların biran evvel huzura arzedilmesi ve işlerine bakılması konusundaki dileğini kabul eder.
En Büyük Mahkeme
Sen, diğer yaratıklarla birlikte Kıyametin karanlık ve şiddetli sıkıntısı içerisinde karar faslını ve nimet veya hüzün yurduna girmeyi bekleyip gözlerken birden bire Arşın nuru yükselir. Yeryüzü Rabbinin nuruyla parlar. Kalbin Cebbar olan Allah’ın hükmetmeye başla­yacağına kesin olarak inanır. Ona arzedilme sıran gelmiştir. Öyle ki senden başka kimse­nin arzedilmediğini ve senden başka kimsenin işine bakıl­madığını sanırsın.
Hamîd bin Hilal’in şöyle dediği bildi­rilmiştir: “Bize an­latıldı ki: Kıyamet günü bir kişi Hesab’a çağırılarak: ‘Ey fa­lan oğlu falan hesaba gel!’ denilir. Hatta o zanneder ki, ‘he­saba getirilenlerden benden başkası kast edil­miyor.’
Cehennemin Kükreyişi
Sonra Yüce Allah: ‘Ey Cebrail, bana Ce­hennemi getir!’ buyurur. Cebrail yanına varıp, ‘Ey Ce­hennem, gel!’ dediği zaman Cehennemi bir dü­şün! Allah’ın başka bir varlık yaratıp da ken­disini onunla azaplandıracağı korkusuyla ıstı-rabını ve titremesini bir tahayyül et! Çalkalanıp coştuğu ve parlayıp yaratıklara uzak yerinden baktığı ve onlara doğru iç çekip kükrediği anı bir düşün! Allah’ın emrine muhalefet edip asi olanlara karşı Rabbinin gazabından dolayı gazablanarak mahlukatın üzerine hücum ederken bekçilerini sürükleyişini düşün! İç çekiş ve kükreyiş sesini, dalgalar hâlinde birbiri ar­kasından gelen o homurtuları düşün! Kulağın o uğultularla dolmuştur. Korku ve heybetten yü­reğin ağızına varmış ve uçacak hâle gelmiştir. Yaratıklar onun kendilerine doğru kükreyişin­den şiddetle kaçarlar.
İşte o gün, çağrışma ve karşılıklı feryat günüdür. Ce­hennem sesinin yankılarını duyunca arkalarını dönüp ka­çarlar ve birbiri ar­kasına, Cehennemin etrafına, dizüstü çökmüş vaziyette dökülürler ve gözlerinden yaşlar bo­şanır.
Zalimlerin Feryadı
Cehennemin iç çekiş ve kükreyişi es­nasında mahluka­tın birbirine karışan ağlama sesini bir düşün! Zalimler feryat ve figan ede­rek yok olup gitmeyi dilerler. Her bir seçkin, sıddık, şehid, kısaca bütün halk: “Nefsî, nefsî!” diye bağırır. Düşün bir kere: Mahlukatın peygamberlere çağıran sesle­rini! Onlardan her kul: “Nefsî, nefsî!” diye seslenir. Sen de aynı şeyi söylersin. Sen de mahlukatla birlikte şid­detli tehli­keler ve yürek ürperten korkular içerisindeyken, bir de ba­karsın ki Cehennem ikinci bir kez haykırmıştır.
Senin ve onların korku ve endişesi bir kat daha artar. Arkasından üçüncü bir kez kükrer. Yaratıklar peşpeşe yü­züstü dökülürler. Gözle­ri belerir ve ateşin kendilerini kapıp götürme korkusuyla göz ucuyla gizli gizli bakarlar. O zaman zalimlerin yürekleri hoplar ve gırtlakla­rına dayanır da yut­kundukça yutkunurlar. Yutkunuşları boğazlarında dü­ğümlenir. Akıllar uçar, iyi ve kötü bütün insanların akılları şaşar. Hiçbir peygamber ve seçkin hiçbir salih kul kalmaz ki bundan dolayı aklı şaşmasın.
Peygamberlerin Korkusu
O anda Aziz ve Celil olan Allah, yolunun davetçileri ve kullarına karşı delilleri oldukları için mahlukatın en değerli­leri ve kendisine en yakınları olan peygamberlere yönele­rek, kend­ilerini kullarına ne ile gönderdiğini ve kulları­nın kendilerine ne cevap verdiğini sorarak bu­yurur: “Size ne cevap verildi?” Onlar da düşü­nüp hatırlayan değil şaşırıp unutan akıllarıyla: “Hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki gaybleri bilen yalnız sensin!” (Maide Sûresi: 109)
Bu ne büyük korku ki, Allah’a olan yakın­lıkları ve ka­tındaki değerlerine rağmen pey­gamberlerde öyle bir nok­taya varmış ki akılla­rını şaşırtmış da, ümmetlerinin kendile­rine ne cevap verdiğini dahi bilemez hâle ge­tirmiştir!
Ebü’l-Hasan ed-Dimeşkî’nin şöyle dediği rivayet edil­miştir: “Ebû Kurre el-Ezdî’ye de­dim ki: ‘İnsanların kalbi Kı­yamet gününün dehşetli hâllerine nasıl dayanır?” Dedi ki: “Onlar yeniden diriltildiğinde buna güç yetirecek bir ya­pıda yaratılırlar.” Ebü’l-Hasan dedi ki: “İshak bin Halef’e Yüce Allah’ın peygamberlerine söylediği: ‘Size ne cevap verildi? (so­rusuna) onların: Bilmiyoruz’ (Maide: 109) sö­zünü sordum ve onlar dünyada kendilerine ne cevap veril­diğini bilmiyorlar mı?’ dedim. Dedi ki: “Kendilerine bu soru yöneltildiğinde duy­dukları heybetin büyüklüğünden akılları şaşar ve dünyada kendilerine ne cevap verildiğini bilemez­ler. Dolayısıyla doğru söylüyorlar. Ni­hayet kendilerine ge­lirler ve dünyada kendile­rine nasıl cevap verildiğini hatır­larlar.”
Ebû’l-Hasan “Bu cevabı Ebû Süleyman’a naklettim. O: ‘İshak doğru söylemiş. Pey­gamberler o andaki sözlerinde doğrudurlar. Ni­hayet kendilerine gelince, kendilerine ne cevap verildiğini hatırlarlar.” dedi. Ebû Süleyman de­di ki: “Birinin, arkadaşına: ‘Benimle senin aran­da Sırat vardır’ de­diğini duyduğunda bil ki o Sıratı tanımıyor. Eğer tanısaydı, Sıratta bir kimseye takılmayı veya birinin kendisine ta­kıl­masını istemezdi.”
Kıyametin Manzarası ve Tekvîr Sûresi
“Allah’ın, peygamberleri toplayıp da: ‘Size ne cevap ve­rildi?’ dediği gün...” (Maide: 109) âyeti hakkında Mücahid’in şöyle dediği nakle­dildi: “Onlar korkarlar ve: ‘Bizim hiçbir bilgi­miz yok’ derler.” Yine “O gün her ümmeti diz çökmüş görürsün” (Casiye: 28) ayeti hakkında şöyle dediği bildirildi: “Yani, diz üstü sürüne­rek...” Mücahid de­vamla şunları söyledi: “Ab­dullah’ın şöyle dediğini duydum: ‘Hz. Pey­gamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Sizi mahşerde Ce­hen­nemin korkusundan diz çökmüş olarak görür gibiyim.” Yine Mücahid dedi ki: “Ab­dullah bin Ömer (r.a.)’ın şöyle dediğini işit­tim: ‘Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Kı­yamet gü­nünün manzarasına bakmak isteyen, “Güneş katlanıp dü­rüldüğünde...” (Tekvîr Su­resi: 1) suresini okusun.” Amr bin Zerr’in şöy­le dediği bildirildi: “Sabahleyin hayır aramak üzere çıkan kişi, hayır bulur. Gözlerinizin yaşarmamasını ve kalblerinizin katılığını bana mı yüklüyorsunuz? Eğer bu­gün size Allah’ın Kitabından bir öğüt dinletmezsem, o za­man suçu bana yükleyin.” Sonra şu âyet-i kerîmele­ri okudu: “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıl­dızlar (kararıp) döküldüğünde, dağlar (salla­nıp) yürütüldüğünde...” (Tekvîr Sûresi: 1-3) tâ “...Kişi neler getirdiğini anlamış olacaktır” (Tekvîr Sûresi: 14) ayetine veya surenin sonu­na varıncaya kadar... Sonra şöyle devam etti: Beni dinleyiniz! O bekle­yişte onlar arasında senin hâlin ne olacak?! Onların maruz kaldığı korku ve dehşete; hatta kalbin güç yetiremeyecek, vücudun kaldıramayacak kadar büyü­ğüne senin de maruz kalacağını biliyor mu­sun? İşte görüyorsun, o durakta pey­gamber­lerin bile akılları şaşmış. Sen ise, âsi, günah­kâr ve Rabbinin hoşlanmadığı işlere devam edip dururken aklın ne hâle gelir ve hâlin nice olur?
En Yakın Akrabalar Bile Birbirinden Kaçar
O korku, dehşet, titreme, yalnızlık ve şaş­kınlıktan do­layı evlat, baba, kardeş, eş ve ak­rabaların senden kaçtıkları, senin de hepsinden kaçtığın o anı düşün! Nasıl da birbiri­nizi yüz üstü ve yardımsız bırakırsınız! Eğer o günün büyük korkusu olmasaydı, annenden, ba­bandan, eşinden, ço­cuklarından ve kardeşin­den kaçman mertlik ve vefakârlık sayılmazdı. Fakat tehlike büyüktür, korku şiddetlidir. Bu yüzden ne sen onlardan kaçtığından dolayı kı­nanırsın ne de onlar kınanırlar.
Neden diğer insanlardan değil de özellikle bunlardan kaçıyorsun? Onlara kızdığından do­layı mı? Nasıl onlara kızarsın veya onlar sana kızarlar ki? Öyleyse neden özellikle onlardan kaçıyorsun? Kızdığından mı? Oysa onlar, dün­yada iken candaşların, gözünün nurları ve gönlünün sü­rurlarıydılar. Fakat onlardan birinin sende bir hakkı bulu­nup da yakana yapışa­rak Aziz ve Celil olan Rabbinin huzu­runda se­ninle hesaplaşmasından korkarsın. Sonra belki de davayı kazanır da, kurtuluş ümidin olan iyiliklerinden ken­disine verilir. Böylece sevap­larından ayrılır ve bu yüzden de Cehenneme girersin.
Cehennemden Bir Boyun Uzanır
Sen bu hâlde iken, birden Cehennemden bir boyun çı­kıp yükselir ve açık bir dil ile, ya­ratıklar içerisinden hesapsız olarak yakalamak­la görevlendirildiği kimseleri haykırır. Sonra bu boyun yönelip gelir ve kuşun yem taneleri­ni top­ladığı gibi onları toplar, üzerlerine ka­panarak ateşe atar ve ateş de onları yutar. Sonra onlarla birlikte Cehennemin içinde giz­lenir.
İşte onlara bu yapılacak. Sonra bir münadî şöyle sesle­nir: “Mahşer ahalisi, kimin ikrama layık olduğunu görecektir. Her hâl ve durumda Allah’a hamdedenler ayağa kalksın!” Onlar ayağa kalkarak Cennete doğru seğirtirler.
Hesapsız Cennete Girenler
Sonra geceleyin kalkıp ibadet edenlere de aynı şey ya­pılır. Sonra, dünyanın ticaret ve alışverişi kendilerini Mev­la’yı anmaktan alıkoymayanlara da böyle yapılır. Nihayet Cen­netlik ve Cehennemliklerden bu gruplar (he­sapsız ola­rak) girecekleri yere girdikten sonra, amel sahifeleri uçuşur, insanların sağ veya sol ellerine düşer ve mizanlar kurulur. Onca bü­yüklüğüyle kurulmuş mizanı düşün! Kalbin ürperti içerisinde defterinin sağına mı yoksa soluna mı, düşeceğini beklerken, defterlerin uçuşmasını bir tasavvur et!
 
Üç Yerde Kimse Kimseyi Hatırlamaz
Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediği rivayet edil­miştir: “Hz. Peygamber (s.a.v.)’in başı Hz. Aişe (r.a.)’nın kucağındaydı. Derken uykuya daldı. Hz. Aişe (r.a.) Âhireti hatırlayarak ağladı. Gö­zünden akan yaşlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mü­barek yanakları üzerine damladı. Resûlullah (s.a.v.) bu göz­yaşlarıyla uyandı. Başını kal­dırdı ve: (‘Niye ağlıyorsun, ey Aişe?’) diye sor­du. Hz. Aişe: (‘Ey Allah’ın Resulü, Âhireti ha­tırladım da... Acaba Kıyamet günü yakınları­nızı hatırlar mısınız?’) dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Canım kudretinin elinde bulunan Allah’a yemin ede­rim ki, şu üç yerde kişi kendisinden başka hiç kimseyi hatırlamaz: Teraziler kurulup insanla­rın amelleri tartıldığı zaman iyilik kefesinin hafif mi, yoksa ağır mı geldiğini öğ­reninceye kadar. Amel sahifeleri dağıtıldığı zaman, sağ elinden mi, yoksa sol elinden mi verildiğini bilinceye ka­dar. Bir de Sırat yanında.”
Enes bin Malik’ten rivayet edilmiştir: “Kı­yamet günü in­sanoğlu getirilip mizanın iki ke­fesi arasında durdurulur ve bir melek kendisi için görevlendirilir. Eğer terazisinin sevap ke­fesi ağır basarsa, görevli melek bütün mahlukatın duya­cağı bir sesle şöyle seslenir: (‘Falan oğlu falan bir daha ebe­diyen mutsuz olma­yacağı bir saadete ermiştir!’)
Eğer, terazisinin sevap kefesi hafif gelirse, bu defa de aynı melek, bütün mahlukatın işiteceği bir sesle şöyle sesle­nir: (‘Falan oğlu falan, bir daha hiç mutlu olmayacak bir şekavete uğra­mıştır!’) İşte sen yaratıklarla birlikte ayakta di­kilirken birden bire meleğe bakarsın ki, ona ze­banileri ge­tirmesi emredilmiştir. Hemen elle­rinde demir tokmaklar ve üzerlerinde ateşten el­biselerle gelirler. Sen onları görünce korkarsın, dehşet ve heybetten yüreğin uçacak gibi olur.
 
Adın Okunur
Sen bu hâlde iken, birden bire yüksek sesle adın oku­nur. Gelmiş geçmiş bütün mah­lukatın huzurunda isminle şöyle çağırılırsın:
“Nerede falan oğlu falan?! Aziz ve Celil olan Allah’a tak­dim edilmeye gel!” Zaten melekler seni almak için görev­lendirilmiş. Nihayet seni Rabbine yaklaştırırlar. Söz konusu çağrıyla is­tenenin sen olduğunu bildikleri için isim ben­zerli­ğinin bulunması kendilerini şaşırtmaz.
Talha bin Amr bize haber verdi ki: Bana İbn Ebî Rabah şöyle dedi: Ey Talha! Senin is­min ve benim ismim gibi kim bilir ne kadar çok isim vardır?! Kıyamet günü: “Ey falan!” dendiğinde hemen kastedilen kişi kalkar. Baş­kası kalkmaz. Çünkü kalbine sen olduğuna da­ir bilgi doğmuş­tur. Hemen ayağa fırlarsın. Bü­tün vücudun titrer. Organla­rın çırpınır. Rengin uçar. Korkan, ürken ve titreyen yüreğin göğsü­ne küt küt vurur. Seni almakla görevli melekle­ri gö­rünce, seni müthiş bir ıstırap, titreme ve korku tutar. Kullar içerisinde çağrılanın sen­den başkası olmadığını çok iyi bilir­sin. Me­lekler ellerini sana uzatır, seni kıskıvrak yaka­larlar. Sonra uysal hayvanların çekilmesi gibi seni çeker götürür­ler. Aziz ve Celil olan Al­lah’a arzedilmek ve O’nun huzu­runda durup dikilmek üzere sürükleyerek safların arasından geçirirler. Sen aralarından Rabbine doğru çeki­lip götürülür­ken bütün yaratıklar, gözlerini sa­na dikmişlerdir.
Ulu Divan
Kalbin titreyerek, ıstırap ve ürpertiyle hu­zurda durdu­ğun anı bir düşün! Seni yaka­ladıkları zaman elleriyle pazularını tutuşlarını ve o anda avuçlarının sertliğini bir düşün! El­leriyle kıskıvrak yakalanışını ve safların ara­sından geçirilişini bir düşün! Kalbin uçar, gönlün yerinden fırlar gibidir. Yine ellerinde bulunuşunu, bu şekilde seni Rahman olan Al­lah’ın arşına kadar götürerek, ellerinden fırla­tışlarını ve Allah’ın ulu kelamiyle seni çağır­masını bir düşün! “Ey Âdem oğlu, yaklaş ba­na!” Nurunun içine kaybolmuşsun. Çırpınan, hüzünlü, ürperen ve korku dolu bir gönül; en­dişeli, korkulu ve kırık bir göz; uçmuş bir renk ve titreyen mustarib organlarla tıpkı an­nesinin yeni doğurduğu küçük yavru gibi, Aziz, Celil, Kebîr ve Kerîm olan Rabbinin huzurunda durursun.
Amel Sayfası
Elinde, işlediğin hiçbir günahı ve giz­lediğin hiçbir sırrı bırakmayıp hepsini içeren yazılı bir sayfa titremektedir. Sen içindekileri yorgun bir dil, geçersiz bir delil ve kırık bir gönül ile okursun. Hâlâ sana ihsanda bulunan ve kusurlarını ört­meye devam eden Mevlâ’dan utanç ve korkun acaba ne derecededir?!
İşlediğin çirkin fiillerinden ve büyük günahlarından seni sorguya çektiği zaman ne dille cevap verirsin? Yarın O’nun huzurunda hangi ayakla durursun? Hangi gözle O’na ba­karsın? Hangi yürekle O’nun ulu ve yüce söz­lerine, sorgu­lama ve azarlamasına dayanabilir­sin? Küçücük vücudunla, titreyen organlarınla ve çarpıntılı yüreğinle kendini bir tahayyül et! Günahlarını hatırlatıp kötülüklerini ortaya dö­ken ve seni durdurup gizlediklerini bir bir itiraf ettiren ke­lamını işitmektesin. Bu hâldeki duru­munu ve binbir tehli­kenin seni çepeçevre sarı­şını bir tasavvur et! Kim bilir kaç günahı unutmuşsundur ki Allah onları sana hatırlat­mıştır!
Sakladığın kaç gizli sır vardır ki, Allah hep­sini açıklayıp ortaya dökmüştür. Kim bilir nefsin isteklerine olan meylin ve gafletin se­bebiyle- ihlaslı yaptığını ve ifsad edici arıza­lardan uzak olduğunu zannettiğin nice amelin vardır ki, Allah hepsini geri çevirmiş ve boşa çıkarmıştır.
Son Pişmanlık
Oysa bunlara büyük bir ümit bağlamıştın. Rabbine itaat konusunda gösterdiğin ihmalden dolayı kalbinin ne büyük üzüntü ve pişmanlık­ları olur! Nihayet her günahı anmak ve her gizliyi ortaya dökmek sûretiyle, Allah seni tek­rar tekrar sorguya çektiği zaman sıkıntı seni oldukça yorar ve utancın doruk noktaya ulaşır. Çünkü karşındaki en Yüce Sultandır. O’ndan utanıldığı kadar hiç kimseden utanılmaz. Çün­kü O, benzeri olmayan Bakî, Evvel ve Ka­dîm’dir. İhsan sahibidir. Şefkatlidir. Merha­metlidir. Kerîm­dir. Cömertliğine nihayet yok­tur. Nimet, fazl ve kerem sa­hibidir.
İşte bu sıfatları taşıyan bir Zatın seni sor­gulamasını ne sanıyorsun?! Emrine olan muhalefetini, gösterdiğin saygı­sızlık ve ha­yasızlığı ve Kendisine kafa tutuşunu bütün açık­lığıyla ortaya dökmüştür. Dünyada emir­lerine karşı gelişini, sana olan nimetlerini önemsemeyişini ve azametini dü­şünmeyişini sana hatırlatmasını düşünebiliyor musun?
Nitekim şöyle der: “Ey kulum! Neden bana saygı göstermedin?! Neden benden utan­madın?! Sana olan ihsa­nımı hafife mi aldın? Yoksa sana iyilikte bulunmadım mı? Sana ni­met vermedim mi? Benim hakkımda seni alda­tan nedir? Gençliğini nerede yıprattın? Ömrünü nerede tüket­tin? Malını nereden kazandın ve nereye harcadın? İlminle ne derece amel ettin?”
Tercümansız Görüşme
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Hiç­biriniz yoktur ki, âlemlerin Rabbi, arada hiç­bir perde ve tercüman bu­lunmaksızın kendi­sine soru sormasın.” Adî bin Hatim şöyle de­miştir: “Ben Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir konuş­masına şahid oldum. Şöyle buyuruyordu:
“Hiç şüphesiz her biriniz -arada engelleyici hiç­bir perde ve meramını ifade edecek hiçbir ter­cüman bulunmaksızın- Allah’ın huzurunda ayakta dikilicektir. Allah soracak: ‘Sana mal vermedim mi?’ Kul: ‘Evet verdin’ diyecek. Al­lah: ‘Sana elçi göndermedim mi?’ diye soracak. Kul: “Evet gönderdin’ diyecek. Sonra sa­ğına bakacak Cehennem ateşinden başka bir şey göremeyecek. Soluna bakacak, yine Ce­hennem ateşinden başka bir şey göremeyecek. Öyleyse, (dünyada sadaka olarak vereceği) bir hurma parçasıyla da olsa ateş­ten korunsun. Bunu bulamıyorsa, güzel bir sözle bunu yap­sın.”
Abdullah bin Mes’ud yeminle sözüne baş­layarak şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim ki, sizden hiç kimse yoktur ki, birinizin dolunay ile başbaşa kaldığı gibi Rabbiyle başbaşa kalmasın.”
Ey Âdemoğlu Niçin Aldandın?
Sonra Allah ona şöyle buyurur: “Ey Âdemoğlu! Benim hakkımda seni ne aldattı? Ey Âdemoğlu! Bildiğinle ne amel ettin? Ey Âdemoğlu! Peygamberlere ne cevap verdin?” Yine Abdullah bin Mes’ud’dan rivayet edilmiştir ki, o sözüne yeminle başlayarak şöyle dedi: “Valla­hi, sizden hiç kimse yoktur ki, birinizin gördü­ğü dolunay ile başbaşa kaldığı gibi Rabbiyle başbaşa kalmasın. Sonra Allah ona şöyle bu­yu­rur: “Ey Âdemoğlu! Benim hakkımda seni ne aldattı? Ey Âdemoğlu! Benim için ne amel işledin? Ey Âdemoğlu! Benden ne kadar haya ettin? Ey Âdemoğlu! Peygamberlere ne cevap verdin? Ey Âdemoğlu! Sana helâl olmayana ba­karken Ben gözlerinin üzerinde gözcü değil miydim? Sana helâl olmayan şeyleri dinlerken Ben, kulakların üzerinde kontrolcü değil miy­dim? Ey Âdemoğlu! Sana helâl olmayan şeyle­ri söylerken Ben, dilin üzerinde murakıp değil miy­dim? Sen ellerinle helâl olmayan şeyleri tutarken Ben, on­ların üzerinde gözcü değil miydim? Ayaklarınla sana helâl olmayan şey­lere giderken Ben onların üzerinde gözetleyici değil miydim? Sana helâl olmayan şeylerle kalben ilgilenip dururken Ben, kalbinin üzerin­de murakıp değil miydim? Yoksa sana olan yakınlığımı ve sana gücümün yettiğini in­kâr mı ettin?”
İki Büyük Olay
Ey Âdemoğlu, sen iki büyük olayla karşı karşıyasın: Ya Allah seni rahmetiyle karşıla­yacak, cömertlik ve keremiyle ihsanda buluna­cak ya da seni inceden inceye hesaba çe­kecek ve Cehenneme götürülmeni emredecektir ki, ne kötü dönüş yeridir orası! Mücahid’in şöyle dediği rivayet edil­miştir: “Kıyamet günü, kul şu dört şeyden sorguya çekilme­dikçe Allah’ın huzurundan adımını bile atamaz: Ömrünü nere­de tükettiğinden, ilmiyle ne amel işlediğinden, bede­nini nerede yıprattığından, malını nere­den kazanıp nereye sarfettiğinden.”
Allah sana olan ihsanını, buna karşılık se­nin ise O’na muhalefet edişini, O’na karşı ha­yasızlığını tekrar tekrar ifâde ederken, kendi­nin ve kalbinin hâlini düşünebiliyor musun? O ne büyük duruşmadır! O ne yüce sorgu­layıcıdır! Hiçbir şey Kendisine gizli kalmaz. O’na olan itaatındaki ihmal ve O’na karşı is­yanından dolayı içini dolduracak üzüntü, ke­der ve hasret ne büyüktür! Sende gam, keder ve haya doruğa ulaşınca iki durumdan birisi belirir: Ya gazab ya da hoşnut­luk ve muhabbet.
Allah diyecek ki: “Ey kulum! Ben bunları dünyada senin için örttüm. Bugün de onları senin için bağışlıyorum. İşte büyük olan günahlarını ve çok olan hatalarını affettim. Az olan iyilikleri­ni de kabul ettim.” Bundan dolayı gönlünü se­vinç ve neşe kaplar. Bundan ötürü yüzün ışıl ışıl parlar. Bunu sana söylediği zaman kendini bir düşün!
Af Müjdesinin Verdiği Sevinç
Üzüntüden, sorgulamanın verdiği, utanma ve sıkılma­dan ve yaptığın kötü işlerin sayıl­ması karşısında duyduğun sıkıntıdan sonra yüzünde sevincin nur ve aydınlığı parla­maya başlar. Gönlündeki keder ve hüzün neşeye dö­nüşür. Yüzün açılır, rengin ağarır. Bizzat Cenab-ı Hak’tan, senden razı oluşunu duyduğun anı bir düşün! Gönlün hoplar, se­vinç ve sürurla dolar. Neredeyse neşeden ölür ve mutlu­luk­tan uçar gibi olursun. Hakkındır da... Öyle ya! Hangi sevinç, Aziz ve Celil olan Allah’ın rıza­sından duyulandan daha büyük olabilir? Valla­hi, dünyadayken Allah’ın Âhirette senden razı olacağını düşünüp sevincinden ölürsen, bu sa­na çok görülmez. Her ne kadar Âhiretteki bu hoşnutluk tam kesin değilse de, bunu umman bile böyle bir sevinç için yeterli.
Öyleyse bir de Allah’tan, senden hoşnut ol­duğunu biz­zat işitip, için güvenle dolsa, endi­şen tamamen dağılsa, ebedî mutluluğa olan ümit ve emelin kesinleşse, sonsuz, kesintisiz, eksilmez ve şüphe götürmez nimetleri elde et­tiğine kesin kanaatin gelse, durumun nasıl olur? Bir de bunu düşün!
Aziz ve Celil olan Allah’ın huzurundasın, sana karşı hoşnutluğu belli olmuş. Kalbin se­vinçten uçuyor. Yüzün ağarıyor, parlayıp ay­dınlanıyor, yaradılışı âdeta hâl değişti­riyor ve çehren sanki dolunay gibi oluyor. Sonra sen mah­lukatın huzuruna sevinçli bir yüzle çıkı­yorsun. Yüzün en mükemmel güzelliğe eriş­miş, ışıltısıyla pırıl pırıl bir nur ya­yılıyor ve sen kitabın sağ elinde, güzellik, nur ve par­laklıkta diğer insanları geçmiş bir durumda iken kendini bir düşün! Kolundan bir melek tutmuş ve herkesin ortasında:
“Bu falan oğlu falan, bir daha asla mutsuz olmayacağı bir saadete ermiştir!” diye sesle­nir. Rabbin, yaratıkları huzu­runda senden hoş­nut olduğunu ilan etmiştir. Sana iyi zan besle­yenlerin bu zanları gerçekleşmiş, seni itham edenlerin karalamaları boşa çıkmıştır.
İyiliğin Mükâfatı
Mahlukatın içerisinde, yarın elde edeceğin bu derece, dünyada iken yaratıklara yaltakçılık yapmaksızın ve onlar gözünde makam-mevki aramaksızın Rabbinin taatiyle meş­gul olma­nın tam bir karşılığıdır. Tek olan ve ortağı bu­lun­mayan Allah’a karşı davranışlarındaki sa­dakat ve Rabbine karşı saygı derecesinin be­delidir. Allah, bütün mahlukatın huzurunda sa­na bu büyük makamı ihsan etmiş, sana olan hoşnutluk ve dostluğunu ilan etmiştir.
Düşün bir kere! Sen yaratıkların saflarını yara yara yü­rümektesin. Yüzünün nur ve güzelliği, gönlünün sevinç ve neşesiyle amel defterini sağ elinde tutmaktasın. İnsanların gözleri, Allah katında erdiğin lütufa erme hasre­ti ve büyük bir imrenişle sana çevrilmiş. Bu makamı elde etmek için Allah’a karşı daha büyük bir ümit ve emelle çalışıp çabala! Çün­kü O lütfederse buna erebilirsin. Bu, karşı kar­şıya bu­lunduğun iki büyük durumdan birisidir.
Safvan bin Mihrez’in şöyle dediği bildi­rilmiştir: “Ben Abdullah bin Ömer’in elini tu­tuyordum. Yanına bir adam gelerek: “Allah’ın kul ile özel konuşması konusunda Hz. Pey­gamber (s.a.v.)’den ne duydun?” diye sordu. Abdullah şu cevabı verdi: “Hz. Peygamber (s.a.v.)’i şöyle buyururken din­ledim: “Kıyamet günü Al­lah mü’mini Kendisine yaklaştırır. Üzerine hi­maye örtüsünü koyar, onu insanlardan gizler ve şöyle buyurur: ‘Ey kulum, falan falan güna­hını biliyor mu­sun?’ Kul: ‘Evet ey Rabbim’ der. Sonra yine: ‘Ey kulum, falan falan güna­hını da biliyor musun?’ diye sorar. Böylece bütün günahlarını kendisine itiraf ettirir. Kul, içinden helak olduğunu düşünür. O sırada Al­lah şöyle buyurur: ‘Dünyada bunları senin için örttüm. Bugün de onları senin için ba­ğışla­dım.’ Sonra da iyilik defteri kendisine verilir.”
Allah’ın Gazab Ettikleri
Kâfir ve münafıklara gelince, hazır bulunan melekler onlar için şöyle derler: “İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir. Bilin ki, Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.” (Hûd Sûresi: 18)
Abdullah bin Ömer Kâbe’yi tavaf ederken bir adam karşısına çıktı ve: “Ey Abdurrahman’ın babası! Allah’ın kul ile yalnız konuş­ması konusunu Hz. Peygamber (s.a.v.)’den nasıl duydun?” diye sordu. Abdullah yukarıdaki ri­vayetin benzeriyle cevap verdi. Said der ki: Katade şöyle dedi: “O gün üzülüp de üzüntüsü bir tek yaratığa bile gizli kalan hiç kimse yoktur.”
İbn Mes’ud’dan şöyle dediği rivayet edil­miştir: “Allah Kı­yamet günü mü’min kulunun üzerine himaye perdesini yayar. Elini sırtına uzatıp şöyle buyurur: ‘Ey Âdemoğlu! Şu senin falan falan gün işlediğin iyiliğindir, onu kabul ettim. Şu da senin falan falan gün işlediğin gü­nahındır; onu da bağışladım.’ Bunun üzerine o kul hemen secdeye kapanır. Halk da: ‘Defte­rinde (veya kitabında) iyilikten başka ameli bulunmayan şu salih kula ne mutlu!’ derler.”
Abdullah bin Hanzala’nın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Şüphesiz Allah Kıyamet günü kulunu huzurunda durdurur, amel sahifesindeki kötülüklerini açıklar ve ona: ‘Sen şunu yaptın mı?’ diye sorar. O kul: ‘Evet ey Rab­bim,’ der. Bunun üzerine Allah: ‘Bugün onunla seni rüsvay etmeyeceğim. Seni bağış­ladım’ buyurur. Bunun üzerine o kul, Kıyamet gününün rüsvaylığından kurtulduğu o anda: “Gelin kitabımı okuyun, Şüphesiz ben hesabı­ma kavuşaca­ğımı umuyordum’ der.”
Başka bir durum da Rabbinin sana şöyle buyurmasıdır: “Kulum, ben sana kızgınım. Lanetim üzerine olsun. İşlediğin büyük günahlarını senin için asla bağışlamayacağım. Yap­tığın iyilikleri asla kabul etmeyeceğim. Bunu sana bazı bü­yük günahlarını gösterip şöyle sorduğu zaman söyler: “Bunları biliyor mu­sun?” Sen: “İzzetine yemin ederim ki, evet!” di­ye cevap verirsin. Bunun üzerine sana gazap eder ve: “İzzetime yemin ederim ki, onları Benden kurtaramaz­sın” buyurur. Arkasından zebanileri çağırarak şu emri verir: “Alın şu­nu!” Ulu sözü, heybet ve celâliyle bunu söyler­ken Aziz ve Celil olan Allah’ı ne zannediyor­sun?
Düşün bir kere, Allah seni affetmezse, sen izzet ve kud­ret sahibi Allah’tan gazabını işit­miş ve O seni, aşağılatıcı ve kuvvetli pençe­leriyle zebanilere havale etmişken, sen ensen ve boynunda onların pençelerinin şiddetli do­kunuşundan başka bir şey duymazsın. Sen ze­banilerin elinde, yüzün kara olarak Cehenneme götürülürken, helak olduğuna kesin olarak inanmış ve perişan bir vaziyette Cehenneme doğru sürüklenirken kendini bir tahayyül et! Kararmış yü­zünle, kitabın sol elinde, ya­ratıkların arasından feryat ve figan ederek ge­çip gidiyorsun. Melek de kolundan tutmuş şöyle sesleniyor: “Bu falan oğlu falan öyle bir mutsuzluğa çarptı ki, bundan böyle asla mutluluk yüzü göremeyecek­tir!” Allah seni gazap ve öfkesiyle teşhir etmiştir. Mahluka­tına rezil ve rüsvay olmuşsundur. Senin hakkında iyi düşü­nenlerin bu düşüncesi boşa çıkmış, hakkında kötü zan besleyenlerin bu zanları ger­çekleşmiştir.
Gösterişin Cezası
Belki de Allah sana bunu, dünyada iken Kendi katın­daki makam ve dereceni kaybetme pahasına kulları nezdinde makam ve mevki arayarak O’na olan itaat ve ibadetinde yapma­cık davranışın yüzünden yapmıştır. Böy­lece seni, davranışlarında Kendisine tercih ettiğin kimseler yanında rezil etmiştir. Çünkü sen, Allah’ın övgüsü yerine, Allah’a olan ibadet ve taat konusunda o kulların övgüsüne razı olup memnun olmuştun. Bir o durumu düşün bir de bunu! Bu tehlikeyi hatırla! İki durumdan hangisinin seni yücelteceğini ve iki durumdan hangisinin senin için hazır­landığını dikkatle düşün!
Ka’b’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bir kişinin Ce­henneme götürülmesi emredilir edil­mez, yüz bin melek üzerine birden hücum eder.” Ebû Abdullah dedi ki: “Bana şöyle bir bilgi ulaştı: Kul Allah’ın huzurunda durdurulup da beklemesi uzayınca melekler şöyle der­ler: “Allah’ın lane­tine uğrayası kul! Aziz ve Celil olan Allah’a bu kadar çok mu karşı geldin? Oysa dünyada güzel bir dış görünüş sergili­yordun.” Ebû Abdullah sözlerine devamla şöyle dedi: “Kim ki Allah’ın sevmediği işlerle kendini insanlara sevdir­meye çalışır ve Al­lah’ın hoşlanmadığı şeylerle O’na kafa tutar­sa, o kimse izzet ve celâl sahibi Allah’a, kendi­sine hid­det ve gazab etmiş olarak kavuşur.”
 
 
   
KURAN KERİM DİNLE  
 

Abdussamed Kuran

 
NAMAZ VAKİTLERİ  
 
 
DUA  
  KESİNLİKLE BAKMANIZI TAVSİYE EDERİM. www.3dmekanlar.com  
İLAHİLER  
 

 

Ayıraç kodları

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol